Anaokulu, ilkokul, lise, lisans, yüksek lisans, doktora… Doğumumuz sonrası ilk birkaç yılımızı kendi halimizde geçirdikten sonra başlayan ve tam bitti derken (genellikle) iş hayatına atılmak zorunda olduğumuzu keşfedip vedalaştığımız ‘eğitim hayatı’; teknoloji etkisiyle değişen yaşamlarımıza ve sosyoekonomik yapılarımıza nasıl ayak uyduracak?
Dün
Eğitim özetle, okullar ve çeşitli kurumlar aracılığıyla insanlara hayatta gerekli olan bilgi ve kabiliyetlerin sistematik bir şekilde verilmesi olarak açıklanabilir. İnsanoğlunun ürettiği bilgilerin, keşiflerinin, bulgularının bilimsel bir süzgeçten süzülerek aşamalı bir şekilde hayatta kalma becerileri, içinde yaşadığımız doğa, biyolojik/kimyasal/siyasal tarih gibi alanlara ayrılarak insanlara öğretilmesi dersek biraz daha kapsamlı bir tarif yapmış oluruz. Hala eksik olan bu tanım bir yana, bugün eğitim dendiğinde aklımıza gelen okul öncesi, ilkokul, lise vs. şeklinde genelden özele doğru ilerleyen, uzmanlaşmayı temel alan eğitim sistemleri çok da eski sayılmaz. Özellikle kapitalizm ve sanayi toplumu ile doğrudan ilişkisi olan bu sistem sosyal yaşantımızın, üretim sistemlerimizin, toplumumuzun yapısını koruyacak şekilde sürekliliğini kurgular. Üretimin çeşitli aşamalarında yer alacak, sağlanan hizmetlerde görevler alacak, yaratıcı süreçlerde yer alacak ve hatta bilgi/bilim üretecek toplumsal kadroları kesintisiz dolduracak insan kaynağı eğitim sistemlerimiz sayesinde yetiştirilir.
Duygusal olarak içimizdeki çeşitli potansiyelleri ortaya çıkarmak için olmazsa olmaz gördüğümüz ve varlığını asla sorgulamadığımız eğitim sistemlerimiz, yalnızca toplumun ihtiyacı olan kadroları doldurmak için mi var? Acımasız bir yorum da olsa toplumun ihtiyacı ister sanat olsun, ister bilim ve isterse de sanayi… Eğitim bize ihtiyacımız olanı sağlayacak kişileri çoktan yetiştirmiştir ve yetiştirmeye devam eder, eğitimcilerin eğitimi de bu sürece dahildir.
Bugün
Gazeteci, profesör, tarihçi, ekonomist, yönetim bilimci, fütürist, eğitimci Peter Drucker’ın Harvard Business Review dergisinde 1963-2004 yılları arasında yayımlanmış makalelerinden derlenen ‘Klasik Drucker’ adlı kitapta eğitim üzerine şu cümleleri kuruyor: “Okullar her yerde, öğrenmenin yalnızca bir doğru yolu olduğu ve bunun herkes için aynı yol olduğu varsayımından hareketle düzenlenir. Ancak okulun öğrettiği biçimde öğrenmeye zorlanmak farklı şekilde öğrenen öğrenciler için cehennem azabıdır.”.
Drucker’ın ortaya koyduğu durum elbette bir gerçeklikti. Bu gerçekliğe maruz kalan biri de tarihin en önemli bilim insanlarından olan Albert Einstein’dı. Rahatlıkla başarısız bir öğrenci olarak sınıflandırabileceğimiz Einstein eğitim hakkındaki düşüncelerini ve okul hayatını eleştirirken şunları söylüyor: “Ne ben okula göreydim ne de okul bana göre. Sıkıyordu beni… En nefret ettiğim şeyler rekabetçi ortam ve özellikle spordu. Onlara göre, işe yaramazın tekiydim ve birçok kez okulu bırakmamı söylediler… Onların tek ölçütü sınav notlarıydı. Bir öğretmen, böyle bir sistemde öğrencilerini nasıl anlayabilir ki?”. Einstein haklıydı, öğretmenlerin görevi farklı olanı tespit etmek ve ona özel bir eğitim koşulu sağlamak değildi. Bunu yapmaya kalkacak olsalar, karşılarına sınıfın mevcudu kadar farklı karakter ve onlara özel eğitim sistemleri kurgulanması gerekecekti.
Peki yapılması gereken de tam olarak buysa, herkes kendine özgü bir eğitimi hak ediyor olamaz mı?
Yüzyıla yakındır dillendirilen bu eleştirilere rağmen insanlık halen bu sistemden sapmış değil. Ancak bu sisteme eklenti olarak ortaya çıkıp, günden güne daha da etkinliğini artıran eğitim metodolojileri ‘Geleceğin Eğitimi’ne giden yolun önünü açıyor.
Yarın
Türkçe’ye e-öğrenme olarak çevrilen e-learning, her an ve her yerde öğrenmemizi sağlayan iletişim teknolojilerinin hayatımıza kattığı bir yenilik olarak ortaya çıktı. Her ne kadar klasik eğitim sistemimizi değiştirmeyi değil, geliştirmeyi vaad ediyor olsa da, eğitime ve öğrenmeye bakış açımızın oldukça değiştiği ortada.
Bugün herhangi bir yerde internete erişme şansı olan biri Stanford Üniversitesi’nden Makine Öğrenmesi ya da Berklee’den Müzik Yapımcılığı dersleri alabilir. Coursera üzerinden akademik temelli ya da Udemy üzerinden özelleştirilmiş ve uzman bilgisine dayalı bilgiler edinebileceği derslere erişebilir. Öğrenmek istediği herhangi bir konuyu, klasik eğitim geçmişine takılmadan öğrenebilir.
Bu şimdilik yapabildiğimiz kısmı. Asıl heyecanlı bölüm ise buradan sonra başlayacak gibi görünüyor. Özellikle İskandinav ülkelerinde başlayan eğitimin dönüşümü süreci, hız kesmeden modern dünyaya yayılma eğiliminde.
Özellikle ticari alanda öne çıkan, kişiler için özelleştirilmiş tüketim nesneleri ile gördüğümüz, kişiselleştirilmiş tüketim alışkanlıklarımız eğitim için de ortaya çıkıyor. Öğrenmenin bireyselleştirilmesi karşısında duramayacağımız açık bir gerçek. Sanayi toplumunun ortaya çıkışı ile kendiliğinden modellenen eğitim sisteminin, sanayinin ve elbette toplumun dönüşümüne paralel olarak dönüşmemesi beklenemezdi. Endüstri 4.0 üzerine konuştuğumuz bugünün dünyasında üretim araçlarının dönüşümü, süreçte yer alacak ‘eğitimli çalışan’ın barındırması gereken yetkinlikleri de baştan uca dönüştürüyor. Üstelik bu eğitimli çalışandan yalnızca ihtiyaç duyduğunuz teknik konuları bilmesini değil ‘yeni hukuk’, ‘yeni etik’ ve ‘yeni teknoloji’ gibi konularda sürekli yenilenmeye açık olmasını da beklemeniz gerekiyor. İnsanlığın bu yeni döneminde kabul edilemez olarak öne çıkan en önemli unsurlar bilgi karşısında ‘durağanlık’ ve ‘kapalılık’ oluyor.
Sistemlerin teknolojik yenilikler karşısında dönüşme, değişme ve yenilenme zorunluluğu her alanda karşımıza çıkıyor. Eğitim sistemleri de bu zorunluluk karşısında henüz bebek adımlarıyla da olsa yürüyor.
Bu yazı, Dünya Gazetesi’nde 15 Eylül 2017 tarihinde yayımlanmıştır.
Umut Özbağcı
Datassist Bordro Servisi
Müşteri İlişkileri ve İş Geliştirme Yöneticisi