Bir doktor olmamanıza rağmen, herhangi birine hastalık tanısı koymaya çabaladığınız oldu mu? Bildirim geldiğinde uyarı sesi vereceğini bilmenize rağmen birkaç dakikada bir telefonunuzun bildirim ara yüzünü kontrol ediyor musunuz? Başkalarının sizin hakkınızdaki düşüncelerini normalden fazla önemsediğinizi düşünüyor musunuz? Üç soru, üç düşman.
Bilimsel araştırmalar, gelişen teknolojiler ve bunlardan etkilenerek dönüşen günlük yaşamlarımız karşımıza yeni sorunlar çıkarmaktan geri durmuyor. Ancak bu yazı birçok mecrada karşımıza çıkan ‘yeni ve teknolojik hastalıklar’ temalı içeriklerden bir diğeri olmayacak. Kökleri oldukça eskilere dayanan ve günümüz teknolojisinin öncesinde var olan, ancak maruz kaldığımız gelişmelerin törpüleyerek daha zarar verici hale getirdiği düşmanlarımızdan bahsediyoruz. İçimizde, beynimizde ve yaşamlarımızda varlığını sürdüren en eski düşmanlarımız teknolojiden beslenerek gitgide büyüyorlar.
Google’a baktım haberler kötü
Gitgide gelişen iletişim teknolojilerinin de yardımıyla bilgiye erişimimiz tarihin hiçbir aşamasında olmadığı kadar kolaylaşmış durumda. Ancak bu durumun olumlu sonuçları olduğu kadar, olumsuz sonuçları da olabiliyor. İnternetten ulaştıkları bilgiler ve yaptıkları araştırmalar sonucunda kendi kendine tanı koyan ve ciddi rahatsızlıklarının olduğunu düşünen kişiler için kullanılan Siberkondria terimi gittikçe ününü artırıyor. Oysa terimin kökeni internet henüz bir hayal dahi değilken kullanılan, halk arasında ‘hastalık hastalığı’ olarak da bilinen Hipokondri’den geliyor. Özetle hipokondrinin google görmüşü de diyebiliriz.
Elbette kendine kendine tanı koymakla yetinmeyip, sosyal çevresi için de tanı koymayı adet haline getiren birçok kişi görmüşsünüzdür. Burada ince bir detayı atlamamak gerekiyor; bir hastalığın belirtilerini görüp doktora gitmeyi önermekle, belirtiler gördüğünü sanıp hasta ilan etmek ve hatta tedaviyi anlatmak arasında oldukça ciddi bir fark var. Herkesin birbirine antibiyotik kullanmayı önerdiği bir ortamda, bu ayrım ne kadar ilgi çekicidir, bilmek pek mümkün değil.
Bildiriyor muntazaman
Bağımlılıklar hayatımızın her alanında var. Uyuşturucu ya da her türlüsünden madde bağımlılığı kadar, bilgisayar/internet/telefon bağımlılığı da can sıkıcı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Bunlar dışında sayabileceğimiz onlarca bağımlılık türü mevcut olsa da, bir tanesi var ki neredeyse insanlık kadar eski bir geçmişe sahip. Bugünlerde telefon bağımlılığı ya da internet bağımlılığı olarak anmaya eğilimli olduğumuz durumların nedeni, aslında insanı insan yaptığını düşündüğümüz birçok hareketimizi de açıklayan (evet aşk da buna dahil) Dopamin hormonu ve beynimiz üzerindeki kimyasal etkilerinden başkası değil gibi görünüyor.
Bağımlılıkların temelinde dopaminin yattığı gerçeği üzerinden yola çıkan bilim insanları; bu hormonun madde bağımlılıklarında temel neden olarak görünen ödüllendirme mekanizmasının tekrar tekrar harekete geçmesini sağlayarak yalnızca var olduğu ve salgılandığı durumlarda değil, var olmadığı ve salgılanamadığı durumlarda da yoksunluk üzerinden beynimizi baskıladığını ve salgılanmasını sağlayan ilk koşulun tekrarlanmasını talep ettiğini söylüyor. Böylece dopamin salgılamamızı sağlayan başlangıç koşulunu her seferinde daha yoğun olmak üzere tekrar yaşamak istiyoruz.
Bu hormonun telefonlarımıza ya da internete olan bağlılığımızla ilgisi ise ‘bildirimler’ üzerinden gerçekleşiyor. Evet, sindirmek pek kolay değil belki ancak asıl bağımlılık yaşadığımız şey bitmek bilmeyen bildirimlerimiz. Beğeniler, mesajlar ya da direkt paylaşımlar içimizdeki ödül delisini ortaya çıkarıyor. Bir önceki fotoğrafınız 100 beğeni almışken, bir sonraki 70 beğeni aldığında yaşadığınız yoksunluk hissi size özel değil. Kafatasımızda taşıdığımız, 1300-1800 gr arasında değişen o kıvrımlı organ, 110 beğeni gelmediğinde basıyor çığlığı: ‘Aç bir bak, belki gelmiştir birkaç beğeni daha.’!
Bana bakan ben
Ben dediğimiz şeyin içinde kaç kişiyiz? ‘Elalem ne der’le ailede başlayan başkalarının ben üzerindeki hükümdarlığı, yaş ve çağ ilerledikçe daha naif görünen bir canavara dönüşüyor. Güzel görünüyor muyum demekle, güzel görünmeliyim demek aynı şey olmasa gerek. Ama hangisini daha sık kullanıyoruz.
Başkalarının olmamızı istediği insan olmaya çabalamanın her zaman acı sonuçları olmuştur. Teknolojinin ayağımıza taktığı çelme ise, çok başka bir boyutta. Dışarıdan nasıl göründüğümüze, herkesin istediği (ya da öyle sandığımız) insan olup olmadığımızı kontrol edebilmenin çok hızlı ve acı ama güvenilir bir yolunu da teknoloji sayesinde bulduk: Sosyal Medya. Instagram, Facebook ve Snapchat gibi uygulamalardaki profillerimiz, paylaşımlarımız ve yakaladığımız etkileşim bizi biz olmaktan çıkarıp, talep gören biz olmaya sürüklüyor olabilir mi?
Araştırmalar daha çok beğeni alan, daha çok paylaşılan paylaşımlarımıza ilişkin çıkarımlarımızı yeni paylaşımlarımızda kurgulamaya çalıştığımızı söylüyor. O profil gerçekten sizi mi anlatıyor, yoksa başkalarının beğendiği sizi mi?
Bir fincan kahve eşliğinde bilgisayarın ya da telefonun başına geçip kendinizi bu gözle stalklamanın tuhaf sonuçları olabilir. Lütfen evde tek başınıza deneyiniz.
Bu yazı, Dünya Gazetesi’nde 22 Eylül 2017 tarihinde yayımlanmıştır.
Umut Özbağcı
Datassist Bordro Servisi
Müşteri İlişkileri ve İş Geliştirme Yöneticisi